Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler -7 (Aslında Dokuz)

in #tr7 years ago (edited)

ZAK 7.jpeg


Bir tatilin daha otopsisini yapamadan, hayatın rutin yapbozunda bize ayrılan boşlukları doldurmuştuk. Tatil hakkında karımla konuşmuyordum; çünkü gerçekten de tatili nasıl geçirdiğime dair çok ciddi karışıklıklara sahiplik yapıyordu havsalam.

Ben yine bünyemin adaptasyon gösterdiği debdebeli bir trafikte, ikinci evim saydığım arabamla; işe gidiş geliş seanslarıma başlamıştım.

Trafikte geçirdiğim vakit; birçok kişi için dehşet verici olsa da; benim için derin düşünme oturumları demekti. Bu süre içerisinde; kendi kendime tartıştığım konular, tutulan notlar, internetten yapılan okumalar, yeni keşfedilecek müzikler, şiirler ve pek okunmayan bir blog’a yazılacak bok püsür demekti. Pek tabii aynı zamanda bol küfürlü rahatlamalar ve mideye indirilen atıştırmalıklar gibi yan kazançları ve hatta şarkı çığırma özgürlüğü de amorti ikramiyesi gibiydi.
Tüm bu çileyi bu kadar içselleştirmişken, son zamanlarda alt üst olmuş zihnim ve onun oyunları sebebiyle; Pollyanna’yı kaybetmiştim. Kafamda dolaşan güçlü elektrik akımı artmıştı ve bunun başıma ne işler açacağından emin değildim.

Bu elektriği atmak için kaç sefer yalandan, yere düşüp kafamı toprağa sürdüğümü; karıma dahi itiraf edemiyordum.

O gün işten geldiğimde; bir cinnete rezervasyon yapıyormuşçasına, yine kafam elektriğe boğulmuştu. Bütün o yolu nasıl kat edip de eve geldiğimi hatırlamıyordum bile. Eve girer girmez üzerime atlayan köpeğimi, hemen tasmasını takıp dışarı gezdirmeye çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz da kendimi çimlerin üzerine attım ve yüzümü tamamen toprağa batırdım. Yanımdan geçenlerin bakışlarını görmemiştim ama nasıl olduklarını tahmin edebiliyordum; zira köpeğim bile dışarı çıkmanın keyfine varamamış, hareketsiz bir şekilde başucumda bekliyordu. Yüzümü yerden kaldırınca burnum ve ağzımdan giren topraktan hiç rahatsız olmamıştım; çünkü gerçek anlamda bir miktar rahatlayabilmiştim.

Yüzümü silkeleyip, ayağa kalktıktan sonra köpeği de gezdirip eve dönmüştüm. Bir miktar toprak ciğerlerime kaçmış olsa gerek; şiddetli bir öksürükle banyoya koştum.

Arkamdan hızlıca karım geliverdi;

Üzerimi değiştirip, hemen yatağa girdim. Kafamda yeniden bir elektriklenme başlamıştı, içimde ise derin bir ürperti vardı. Sabah bu şekilde işe nasıl giderim diye düşünürken uykuya dalmıştım.

Stres ve öfke dolu, otuz beş milimetre rüyalar arasında cirit atıyordum adeta. Tam da 10 yaşındayken; büyük bir öfke ve hüznüne yenik düştüğüm ve bütün bir gece arkadaşlarımın yaptığı haksızlığa ve yaşattıklarına ağladığım; otistik başka bir çocuğun diğer arkadaşlarım tarafından kabullenilmemesine ve kovulmasına karşı çıktığım ama başarısız olduğum anların rüyasını görüyordum ki;

Karımın dürtmesiyle uyandım gecenin üçünde.

Yataktan kalkıp salonu, mutfağı ve bilumum elektrikli cihazın olduğu yerleri kontrol ettim ama bir gariplik yoktu hiçbirinde. Yatak odasına doru geri dönerken, koridorda; birden beynime zımbalar çakılıyormuşçasına ağrılar uğradı ve ben kafamı tutarak dizlerimin üzerine kapaklandım. Bir müddet olduğum yerden hareket edemedim. Ağrılar çok sürmeden hafifledi ve kafamı sağımda duran duvara çevirdiğimde, duvarda mavi bir ışık olduğunu fark ettim. Kafamı hareket ettirdikçe, ışık da hareket ediyordu. Gücümü toparlayarak ayağa kalktım ve solumda duran banyonun kapısından girerek aynaya baktım. Kafamın etrafında çok güçlü mavi ışık dalgaları zıplıyordu, aynadaki yansımamda.

”Oha! Bu ne lan? Nur inmiş tepeme, vay amına. “ diye tepki verdim gördüğüme ve koşarak yatak odasına gittim, karımı şahit kılmak için; lakin odaya girdiğimde, karımın gözlerine derin bir uykunun baharı adına cemreler düşmüştü. Uyandırmak için yatağa doğru uzandığımda ise düşüp bayılmıştım.

Karımın nefesindeki öfkenin kokusunu almıştım ve uyanabilmem için yeter miktarda tehdit barındırıyordu. Yataktan kalkıp, bir kahve yapmak için mutfağa doğru tek göz tamamen kapalı, tek göz bulanık bir şekilde önünü görebilecek kadar aralanmış, ağzım ise esneme adı altında; oksijen bağımlısı organlarıma yardım ve yataklık yaparak, mal tedarik ediyordu.

Kahve, sigara, tuvalet ve hazırlanma diye isimlendirilen bilumum sabah ritüellerimi yerine getirerek evden çıkmış ve yola koyulmuştum. Arabayı kullanırken henüz kendime gelememiştim ve zaman zaman göz kapaklarımla girdiğim mücadelede yenik düşüyordum. Sıkışık köprü öncesi trafik ve ardından köprüyü geçtikten sonra kısmen akıcı bir trafikte ilerlerken gözlerim tamamen kapanmıştı.

Nevi şahsına münhasır acıların içerisinde, nefes almaya çalışan bir şairin dizelerinde patlayan bir çığlığın desibeline denk şiddette bir gök gürültüsünün münasebetsizliği, beni yerimden hoplayarak uyandırmaya yetmişti.

Gözlerimi açtığımda; iş yerinin otoparkında arabam park halindeydi. Ne ara, nasıl geldiğimi düşünmeme fırsat kalmadan, bastıran yağmurdan kaçmak için; arabadan inerek, koşa koşa ofise girmiştim. Bu kısacık koşuşturma esnasında, üzerimden koskoca bir deniz geçmiş gibi sırılsıklam olmuştum. Ayakkabılarımı çıkarıp içlerindeki suları boşaltırken çıkan üç, beş küçük balığın çaresizliğini hiç umursamamıştım nedense.

Bütün gün odamda, klimanın sıcak üflemesine tabi şekilde kurumaya çalışırken; bir de envaiçeşit ağrı kesiciyi hafife alan, gök gürültüsü şiddetinde bir baş ağrısının tacizi yapışmıştı üzerime.

Zorlu bir günün, boşa geçirdiğim mesaisinin final çizgisine ulaşmışken, kendimi bir güçle çizginin öteki tarafına yani arabaya atıverdim. Yağmur biraz hafiflemişti fakat gökyüzü karanlık bulutların işgali altındaydı. Trafik yine hiç şaşırtmayacak derecede yoğundu ve ben hiç iyi hissetmiyordum. Karnım da acıkmıştı ve de susamıştım. Trafikte ortaya çıkan seyyar satıcıları bir an önce görmek için can atıyordum. Onlar ki; yağmur, soğuk, kar, kış demeden, yollarda egzoz kokuları arasında ekmek parası derdinde iken, bizlere de inanılmaz bir hizmet vermiş oluyorlardı. Hem hayat mücadelelerine saygı duyuyordum, hem de varlıkları, trafikteki olan bizler için çok önemliydi; ancak bunu yokluklarında anlayabiliyorduk. O sebeple; zaman zaman, hiç işime lazım olmayacak ıvır zıvır satan satıcılardan da alışveriş yapıyordum.

Neyse ki sonunda seyyar satıcıların ortaya çıktığı noktalara ulaşmıştım. Simit satan yaşlı bir adam ki artık simasını ezberlediklerimdendi; üzerine ve kafasına naylondan bir yağmurluk geçirmiş, sopasında simitleri, simitlerin üzerinde de naylonuyla; arabaların arasında dolaşıyordu. Yanına yaklaşınca, pencereyi açtım. İçeri şiddetle dalan rüzgâr ve ince yağmur taneleri, sol yanağıma bir tokat gibi vurmuşlardı. Aceleyle bozuk parayı uzatıp bir simit istemek için kolumu camdan uzattığım anda, koluma sertçe çarpan bir zabıta memuru, adamın sopasına vurmuştu. Simitlerin hepsi ön camın üzerinde, silecek hareketleriyle sağa ve sola dökülüyorlardı.

Tam, ”Ama memur bey efendiciğim, neden böyle yapıyorsunuz?” diyecektim ki; adamın gırtlağına yapışmış olan memurun davranışlarının, tasvip edilmeyecek seviyelerden, hızla Oha amına koyayım yeter! seviyelerine çıktığına şahit oldum.

Diye bağırırken yaşlı adamın suratına, eliyle de boğazını sıkıyor, nefes almasına engel oluyordu. Zabıta bir cinnet âlemine dalmak üzereydi besbelli ve beni de çekiyordu. Öfkeden aldığım güçle, kapıyı sert bir şekilde açmamla zabıta yere düştü. Arabadan indim, düşen zabıta memurunu yerden kaldırdım.

O sırada sağ tarafımızda bizi izleyen bir taksi şoförü aracından indi.

O esnada çevredeki seyyar satıcılar ve zabıtalar etrafımızda toplanmışlar bizi dinliyorlardı. Seyyar satıcılardan biri lafa girdi.

Bir plan yapmak üzere etrafa göz gezdirirken, tam kafamın ortasına düşen bir yıldırım her şeyi değiştirmişti. Kafamda mavi ışıklar dolaşmaya başlamıştı, arabanın üzerine çıktım ve ellerimi gökyüzüne kaldırarak haykırdım çevremdeki topluluğa;

Kalabalığın içerisinden Oğuz Atay çıkıverdi.

Donuk suratıyla, gözlerini kapatıp açtı mutabakat işareti olarak. Gülebilecekti hissetmiştim. Kendimi çok güçlü hissediyordum ki, bir ihtiyar Kafka’yı kenara itip öne çıktı. Tabii ki tüm şımarıklığıyla Albert Einstein’dan başkası değildi! Artık her şeyin yolunda gideceğinden tam anlamıyla emindim.

Beynimden kafatasıma ve oradan vücudumun tüm noktalarına iletilen çok güçlü elektrik dalgaları, her şeye hükmedebileceğim hissiyatına düşürmüşlerdi beni. Etrafımda doluşan topluluğa tekrar haykırdım;

Ellerimi iki yana doğru uzattım ve yol kenarındaki peyzajın toprağına hükmettim. Balçıklaşmış toprak yerden fışkırarak gökyüzüne bulutların üstüne çıkıyorlardı ve orada şekillenip devasa meleklere dönüşüyorlardı.

Bulutların üzerinde, bizi bekleyen yüzlerce balçıktan melekler vardı. Üzerimize gelen adamların gözlerinden korku akmaya başlamıştı. Telsizlerden haber salıyorlardı; “Beklediğimizden hızlı ve fazla güçlenmiş!” diye. Beni canlı ele geçirmek istediklerini biliyordum; bu sebeple kolay kolay silaha sarılmayacaklardı ama artık yaralamayı göze alacaklardı.

Arkamda ve etrafımda duran insanlar, tüm konsantrasyonlarıyla gökyüzüne doğru gülümsüyorlardı. Bu bana olan inançlarını gösteriyordu ve gücümü adeta bu inançtan alıyordum. Bunu anlamalarıyla, silahlarını ateşlemeleri bir oldu. Çevremdeki insanları birer birer öldürüyorlardı; her taraf yağmur sularıyla beraber kan ve et parçalarıyla dolmuştu. Ben ise olduğum yerde sabit bekliyordum.

Öldürülen insan sayısı arttıkça, beni yakalamak için yaklaşıyorlardı. Artık yakalanmam an meselesiydi. Tam hamlelerini yapacaklardı ki, bulutların üzerinde duran meleklere doğru bir gülümseme fırlattım. Gülümsemeyle emri alan melekler; tüm ölen insanları yeniden yaratıp, aşağı bıraktılar. Evet, ölen insanlar onlara söz verdiğim gibi ölmemişlerdi. Yeniden aramıza yağıyorlardı sağ salim; yüzlerinde gülümsemelerini devam ettirerek. Karşı tarafın adamları ise dehşete düşmüş halde takviye istiyorlardı.

Helikopterlerinden inen yeni adamlar, yeni silahlarla saldırmaya başladılar. Onlar öldürdükçe, yeniden dirilen insanlara karşı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. En sonunda üzerime atlayan beş adam, beni yakaladıklarını sandılar; ama ben o esnada çoktan göğe doğru yükselmiş, parmaklarımdan dikenli güller yağdırıyordum üzerlerine. Yükseldiğim noktaya helikopterlerle yaklaşıp üzerime ağ atmaya çalışmaları da başarısız olmuştu. Ağı kendi adamlarının üzerine düşmeye yönlendirmiştim bile. Sonrasında bulutlardan yastıklar yaparak, kafalarına indirdim her birinin. İyice sersemlediler. Helikopterlerliler, operasyonlarının başarısız olacağını anlamış olacaklar ki, yerde bulunan adamlarını aldılar ve çekip gittiler.

Yeterince yorulmuştum. Yavaş yavaş aşağı indim, balçıktan melekleri toprağa döndürdüm ve etrafta göğe gülümseyen insanlara; adamları püskürttüğümüzü bildirdim. Herkes derin bir nefes aldı. Hemen akabinde, hayat normale döndü hepsi için. Zabıtalar seyyar satıcıları kovalamaya başladı, taksiciler emniyet şeridi üzerinden trafiğin önlerine doğru ilerlemeye çalıştılar. Ben ise yaptığım şeyleri nasıl becerdiğimi bile anlayamıyordum.

Oğuz Atay, Kafka ve Einstein yanımda kalmışlardı.

Oğuz Atay; “Arkaya bin, arabayı ben kullanırım. Sen gerçekten çok yoruldun” diyerek şoför koltuğuna oturdu. Kafka gülümsemeyi sevmiş olacaktı ki gözleriyle gülümsüyordu yüzüme.

Einstein ise; ”Aferin evlat, kendini keşfediyorsun. Daha neler olacak neler. Sen şimdi dinlen. Bu kadar şeyin üzerine de iyi bir seks yap. Hak ettin bunu. Ben olsam dinlenmeden sekse geçerdim ama şimdi burada mümkün değil.”

Arabanın arka koltuğunda bitkin bir halde kendimden geçmiştim bile.

Bir süre sonra şiddetli bir öksürükle uyanıverdim. Uyandığımda üzerim çamur kaplı bir durumda, bahçede çimler üzerinde yatıyordum ve köpeğim yanı başımda duruyordu. Başım dönüyordu ve üşüyordum. Hemen yerimden kalkıp eve doğru yöneldim.

Kapıyı çaldığımda, kapıyı açan karım ağlıyordu.

Üzerimdekileri çıkarttıktan sonra eve girebildim. Salona bakmamla, vücudumdaki kanın beynime fırlaması arasında saniyenin on binde biri kadar kısa bir zaman parçacığı vardı. Salonda, ellerindeki tabaklarda bulunan helvayı kaşıklayarak yiyen; Oğuz Atay, Einstein ve Kafka oturuyordu.


Yerlerinden suçlu bakışlarla ve hınzır gülümsemelerle kalkan üçlü, kapının önünde ayakkabılarını giyerken bile bir yandan tabaklarında kalan helvayı yemeye çalışıyorlardı. Son anda, Kafka; ”Ya bizi de o baştan çıkardı” dedi ve mutfağı gösterdi.

Mutfağa kafamı uzatmamla kafasını tencereye sokmuş, helvaları silip süpüren bir dördüncü adam gördüm. Kafasını helva tenceresinden çıkarıp bana bakan ve yüzünün çeşitli yerlerinde ve hatta kirpiklerinde helva parçacıkları bulunan bu adam ise, Stanislaw Lem’in ta kendisi idi. Hiçbir şey demeden bir Zeki Alasya gülüşü yaptı ve ağzının etrafındaki helvaları temizlemek için dilini kullandı.

Sanki kendisine laf söylemiyormuşum gibi, hiç umursamadan "Ellerine sağlık hanım kızım, oğlum sen de çıplaksın hasta olacaksın, git üzerini giy; zaten ne dediğini bilmiyorsun." diyerek kapıdan çıktı gitti.

Arkalarından karımın; "Afiyet olsun, böyle olmadı bir dahakine haber verip gelin de dolma yapayım!" demesiyle nevrim iyice döndü ve apartmanı inletecek şekilde kapıyı çarptım yüzlerine.

Sıcak bir banyo yaptıktan sonra, kızımı uyutmak ve uyumak için yatağa girdim. Kızıma o gün başımdan geçenleri anlatım.

bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı olduğunu.




Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 2 (yazıyla iki)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – Üç (Rakamla 3)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 3 buçuk (Üç.5)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 4 (Roma Rakamıyla IV)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – 4X(Okunarak:DördikS)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler – BEŞ (5)
Zihnimin Abuk Kuşundan Sabuk Ötüşler 6 – (Altı)


Story & Image Copyright: OTahirZGN
ZAK000.png

Sort:  

Bunu da buraya bırakasım geldi çok ;


Bir yazıya daha vidyolu lansman yapan zihniminabukkusu.com kendini ne sanmakta, neyi amaçlamaktadır?
InstaVideo

useful article

Ellerinize sağlık. Yurtdışına geldim çıkıp etrafı gezmek yerine yazıyı tekrar tekrar okuyorum. Bağımlılık yaptı.

Çok teşekkür ederim. :) Pek çok mutlu oldum beğenmiş olmanıza.

Ehehe. Ben bir Tahir Özgen fanıyım. Doktor Bishop duymasın :)

Hocam teveccühünüz :), Doktor duyarsa sarsılır yataklara düşer hafazanallah :))

Yoruldum. Çamurun içerisinde uyanacağım sandım ve korktum

Yani eline sağlık

Eyvallah doktor.

Be de aslında dokum.
Ama saat çok geç olduğu için bokum.
Sabah olunca birden çokum.
Böyle saçmalıklara da tokum.

Hocam, dok, bok, çok ve tok diyerek adeta edi bese demişsiniz. Edebiyat ve edi bese nin bu kadar uyumlu olacağını da hatırlattığınız için çok şeker oldum. Çayınıza atınız beni.

Kırgınım sana @tahirozgen.
Bu yüzden edi bese!
Değil sana tek, herkese!
Üzüyorsunuz, öldüm ben.

Sen kırgınsan vardır sebebi. Edebiyat sebepsiz kırgınlıklar içermez ama edebiyatın mayasıdır kırgınlıklar. Yapmışızdır bir eşeklik. Nedir diye sormayacağım, söylemek isteseydin şimdiye dek söylerdin. Demek sen de kırılmayla besleniyorsun.

Keşke öldüğünü daha önce haber verseydin, gelirdik hakkımızı helal ederdik, şimdi edemedik gittin. Bence sen yeter öldün, artık ölme.

Edi bese
Taşlamalara
Kırılmalara
Gitmelere
Ölmelere edi bese!

Tahir'e sıcak
Tahir'e kucak
Tahir'e muhabbet
Şeffat ya Muhammed!

Sen yazdın bunu, ben ağladım. Hassasım diyorum anlamıyor musun? Ağlamaya bahane arıyorum zaten, sen de gözyaşlarıma destek atıyorsun. Kayboldum ben bir adres araken, bilmediğim bir şehrin bilmediğim sokaklarında, hiç görmediğim binaların içerisinde tekmelenirken.

Çok hassassın ağlıyorum seni. Sen de beni ağlıyorsun. Bundan sonra ağlaşacağız diye umut ederken bir okul binasına tosluyorum. Allah veriyor ki içinde öğrenci yok. Yoksa onlar da yığın yığın yıkılacaklardı yüzümüze. Ağzımızı burnumuzu seveceklerdi.

Öğrenciler neden bu kadar istekliler bilmiyorum; ama ben ve sen sanırım çok sevmiyoruz hayatta kalmayı. Keşke öğrenci olmaya devam edebilseydim. Birbirimize öğretmen olalım mı?

Birbirimize öğretmen olalım ve bir paradoks yaşatalım tüm öğrencilerin dimağlarında.

Sonra onlar bizi ağlasınlar ve biz onları sevelim tabutlarımızın içerisinde.

Bocam yine zihninizi harika bir abuksubuklukla konuşturmuşsunuz. Bir sanat gibi. Emeğinize sağlık hocam.

😄🙏 çok teşekkürler

En etkileyici yorum buymuş :D :D

😂😂 beni de derinden etkiledi ama bunun very useful olanı da var, o daha güçlü ifade etmiş 😁😁

çok güzel bir paylaşım olmuş elinize sağlık.

Teşekkür ederim.